10 mart '09, cihangir
sonuçta,
iki damla gözyaşıyız
hepimiz.
toprağa akıp giden.
10 Mart 2009 Salı
30 Ekim 2008 Perşembe
karşı
18 şubat ’06, cihangir
rüzgar'a.
daha büyük fırtınalar
içinde
daha dinginlikle alacaksın yolunu
rüzgarın özgürlüğünde
gerekirse, rüzgara da karşı.
derin fırtınalardan
akılla, erdemle süzülmüş olmanın
dinginliğinde
bulacaksın kendini
fırtınalara karşı.
rüzgar'a.
daha büyük fırtınalar
içinde
daha dinginlikle alacaksın yolunu
rüzgarın özgürlüğünde
gerekirse, rüzgara da karşı.
derin fırtınalardan
akılla, erdemle süzülmüş olmanın
dinginliğinde
bulacaksın kendini
fırtınalara karşı.
15 Ekim 2008 Çarşamba
mektuplar’dan alıntılar 1
15 ekim ’08, cihangir
bendeniz pek duymam, biliyorsun. yine de, dikkatliyimdir. sen bana kriterlerini yaz, açayım kulaklarımı. hayat bu; bakarsın, göl maya tutar.
bendeniz pek duymam, biliyorsun. yine de, dikkatliyimdir. sen bana kriterlerini yaz, açayım kulaklarımı. hayat bu; bakarsın, göl maya tutar.
rakı
03 nisan ’06, cihangir
kimse alınmasın, sabahın beşine kadar müşteri bekleyip, neredeyse sattığı tek ürünün hemen tüm türleri soğuk içilirken, bunları sıcak satan esnafa siz ne dersiniz bilemem ama; bendeniz, "sığır" derim.
günlerdir tembellik istikametinde bir sığıra denk geliyorum; oradan kafama takıldı az önce kendime rakı koyarken.
bir ara sokaklarda karşılaştığım sığırları eğitme misyonu yüklenmiştim kendi kendime; pek çok kez kafamın ya da suratımın dağılması ya da kemiklerimin kırılmasıyla sonuçlandığı için, artık yalnızca polis memurlarına bulaşıyorum.
artık onlara karşı koruyabiliyorum çünkü kendimi. nedense, söylediklerim bir yana, tipime rağmen girmeye cesaret edebilen çıkmadı, artık 10 yılı kafadan geçmiştir. avrupa birliği ayaklı, uygulanmayan insan hakları reformlarından çok önceden beridir yani.
sabır testlerinden birinde, evimin yolunda olduğu için hemen her gün geçtiğim konsolosluğun önünde gece-gündüz nöbet tutan polisleri hedef almıştım.
sonunda biri, “beyefendi, amacınızı anladık; bize şiddet uygulatamayacaksınız. sabahın beşi oldu, işimizi engelliyorsunuz. evinize gidin artık, lütfen” deyince, durumu kavrayıp dayak yeme sevdamdan vazgeçmek zorunda kalmıştım.
çünkü, bu uyarıyı dikkate almamam, suç işlemeye başlamam anlamına geliyordu ki, daha önceki vukuatlarımı ister istemez görecek olan hakim, istemese de yasalar karşısında elleri kolları bağlı kodese tıkabilirdi bu masum kardeşinizi.
ama, artık bunu da yapmayacağım, söz veriyorum huzurlarınızda kendime. ortalık çok gergin harbiden, şiddet her koldan patladı memlekette; bunların da sinirleri iyice gerildi. daha da gerilecek gibi görünüyor üstelik.
neyse, konuyu dağıtmayalım. deneyimler gösteriyor ki, sığır eğitiminde başarısızım ve sıcak rakı satan sığırları başka bir misyonere bırakıyorum. özellikle, geç saatlerde tavsiye ederim.
neredeyse, 5 yaşından beri rakı satın alır bu kardeşiniz bakkaldan. ulu manitu, o yaştan itibaren ufaktan bakkala göndermeye başladı biraderinizi. amaç, eğitimdi; sosyal iletişim. rakı da, hemen her daim alışveriş listesinde bulunduğundan, genç yaşta aldı arkadaş şişeyi eline.
bu alışveriş dönüşlerinin belki de ilkinde, ilklerinde meydana gelen elim hadise bir yana, hiç bırakmadı arkadaş şişeyi elinden daha sonra.
o gün bırakmasının nedeni ise, düşmesiydi. ayağı basamaklara takıldı, düştü işte çocuk.
o kadar üzüldü, öyle zırıl zırıl ağlamaya başladı ki, ulu manitu, muhtemelen geri zekalı olduğunu düşündü büyük oğlunun. çünkü, bir yerine bir şey olmadığı halde ağlamayı sürdürüyordu.
bu durumda, başına gelen bu salak kaza nedeniyle cezalandırılacağından korktuğu için ağladığı endişesine kapıldı çocuğun. can havliyle salak çocuğunu teskin etmeye uğraşırken, kendi içi acıdı, çocuğu üzülüyor diye.
sahtekar olduğumu düşünmemiştir umarım?
çocuk ise, üzülüyordu harbiden; çok üzülüyordu rakı şişesinin kırılmasına. ama, korkudan değildi.
o yaşta görebildiği kadarıyla, rakı babasının en sevdiği şeydi ve o yok olmuştu. bunun sebebi de, biraderinizdi, salaklığı. ayağı basamaklara takılmadan önce, babası bir an önce sevdiği şeye kavuşsun diye salak salak koşuyordu çünkü.
yoksul olduklarının pek farkında mıydı o vakitler, onu hatırlayamıyor çocuk. öyleyse, üzüntüsü katlanmıştır. yazık lan, bacak kadar çocuk daha.
o çocuk, bir daha hiç kırmadı rakı şişesini. ve sığırlar çıkmadıysa karşısına, hep soğuk içti içkisini.
riko
kimse alınmasın, sabahın beşine kadar müşteri bekleyip, neredeyse sattığı tek ürünün hemen tüm türleri soğuk içilirken, bunları sıcak satan esnafa siz ne dersiniz bilemem ama; bendeniz, "sığır" derim.
günlerdir tembellik istikametinde bir sığıra denk geliyorum; oradan kafama takıldı az önce kendime rakı koyarken.
bir ara sokaklarda karşılaştığım sığırları eğitme misyonu yüklenmiştim kendi kendime; pek çok kez kafamın ya da suratımın dağılması ya da kemiklerimin kırılmasıyla sonuçlandığı için, artık yalnızca polis memurlarına bulaşıyorum.
artık onlara karşı koruyabiliyorum çünkü kendimi. nedense, söylediklerim bir yana, tipime rağmen girmeye cesaret edebilen çıkmadı, artık 10 yılı kafadan geçmiştir. avrupa birliği ayaklı, uygulanmayan insan hakları reformlarından çok önceden beridir yani.
sabır testlerinden birinde, evimin yolunda olduğu için hemen her gün geçtiğim konsolosluğun önünde gece-gündüz nöbet tutan polisleri hedef almıştım.
sonunda biri, “beyefendi, amacınızı anladık; bize şiddet uygulatamayacaksınız. sabahın beşi oldu, işimizi engelliyorsunuz. evinize gidin artık, lütfen” deyince, durumu kavrayıp dayak yeme sevdamdan vazgeçmek zorunda kalmıştım.
çünkü, bu uyarıyı dikkate almamam, suç işlemeye başlamam anlamına geliyordu ki, daha önceki vukuatlarımı ister istemez görecek olan hakim, istemese de yasalar karşısında elleri kolları bağlı kodese tıkabilirdi bu masum kardeşinizi.
ama, artık bunu da yapmayacağım, söz veriyorum huzurlarınızda kendime. ortalık çok gergin harbiden, şiddet her koldan patladı memlekette; bunların da sinirleri iyice gerildi. daha da gerilecek gibi görünüyor üstelik.
neyse, konuyu dağıtmayalım. deneyimler gösteriyor ki, sığır eğitiminde başarısızım ve sıcak rakı satan sığırları başka bir misyonere bırakıyorum. özellikle, geç saatlerde tavsiye ederim.
neredeyse, 5 yaşından beri rakı satın alır bu kardeşiniz bakkaldan. ulu manitu, o yaştan itibaren ufaktan bakkala göndermeye başladı biraderinizi. amaç, eğitimdi; sosyal iletişim. rakı da, hemen her daim alışveriş listesinde bulunduğundan, genç yaşta aldı arkadaş şişeyi eline.
bu alışveriş dönüşlerinin belki de ilkinde, ilklerinde meydana gelen elim hadise bir yana, hiç bırakmadı arkadaş şişeyi elinden daha sonra.
o gün bırakmasının nedeni ise, düşmesiydi. ayağı basamaklara takıldı, düştü işte çocuk.
o kadar üzüldü, öyle zırıl zırıl ağlamaya başladı ki, ulu manitu, muhtemelen geri zekalı olduğunu düşündü büyük oğlunun. çünkü, bir yerine bir şey olmadığı halde ağlamayı sürdürüyordu.
bu durumda, başına gelen bu salak kaza nedeniyle cezalandırılacağından korktuğu için ağladığı endişesine kapıldı çocuğun. can havliyle salak çocuğunu teskin etmeye uğraşırken, kendi içi acıdı, çocuğu üzülüyor diye.
sahtekar olduğumu düşünmemiştir umarım?
çocuk ise, üzülüyordu harbiden; çok üzülüyordu rakı şişesinin kırılmasına. ama, korkudan değildi.
o yaşta görebildiği kadarıyla, rakı babasının en sevdiği şeydi ve o yok olmuştu. bunun sebebi de, biraderinizdi, salaklığı. ayağı basamaklara takılmadan önce, babası bir an önce sevdiği şeye kavuşsun diye salak salak koşuyordu çünkü.
yoksul olduklarının pek farkında mıydı o vakitler, onu hatırlayamıyor çocuk. öyleyse, üzüntüsü katlanmıştır. yazık lan, bacak kadar çocuk daha.
o çocuk, bir daha hiç kırmadı rakı şişesini. ve sığırlar çıkmadıysa karşısına, hep soğuk içti içkisini.
riko
daha
04 mayıs 2008, cihangir
merak etmeyin,
daha
çok trajediler üreteceğiz
çok daha
derin
ve yaralayıcı.
yine intihar edeceğiz.
ama, daha
mutlu
ve dolayısıyla,
çok daha
trajik.
merak etmeyin,
daha
çok trajediler üreteceğiz
çok daha
derin
ve yaralayıcı.
yine intihar edeceğiz.
ama, daha
mutlu
ve dolayısıyla,
çok daha
trajik.
12 Ekim 2008 Pazar
delik deşik
kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik
üstelik
sen de kan içindesin
attila ilhan
(ayrılık sevdaya dahil, 3 yıl olmuş usta; toprağın bol olsun).
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik
üstelik
sen de kan içindesin
attila ilhan
(ayrılık sevdaya dahil, 3 yıl olmuş usta; toprağın bol olsun).
5 Ekim 2008 Pazar
sefil
23 ağustos ‘05, cihangir
riko biraderiniz, yıllar önce verdiği sözü (bakınız: arşiv, salak başlıklı yazı, 29 eylül ’01) tuttu ve salaklık anıtını dikti nihayet. salak köşesi gibi, basit bir anıt. üzerine nazar boncukları dizili iplerin bir şişenin üzerine sarılmasından ibaret, süslüyor kütüphaneyi.
bu salaklık hadisesi, kişiden kişiye farklıdır haliyle. bizimkinin değişmez salaklığı, ulu manitu öğretisinin sadık uygulayıcısı olmasından kaynaklanır. bu nedenle, arkadaş kendince herkesle eşittir, herkes de onunla.
bu eşitlik işi iyidir güzeldir de, eşitliği hazmedebilen, bunu eşit eşit yaşayabilenlerle. eşitliği “iki kere iki” önermesiyle anlayan bir kişiyle eşit olunamaz çünkü.
eşitlik ölçülüp biçilemez, ortadan ikiye bölünemez. eşitlik, paylaşılır. bölerek, parçalayarak değil, ortak bütünü oluşturarak ve tabii ki yaşayarak, yaşatarak.
eşitlerden biri, eşitlikten aldığını sandığı gazla bu ortak bütün içinde kendi alanını genişletmeye kalkarsa; bu, sorunun başlangıcıdır.
uzarsa, krize dönüşür. kriz, sözü bitirirse, bu sondur; başlangıcın, eşitliğin, paylaşılan bütünün sonu. sözün bittiği yerden, hemen uzamak lazım gelir.
çünkü, sözün bittiği yer, şiddetin başlangıcıdır. eşitine şiddet uygulamaya kalkan, şirrettir, zorbadır. zorba ise, en hafif tabiriyle, sefildir, söz sefili.
sefaleti sözünde olanlarla eşit olunamaz. çünkü hadlerini unuturlar. sorunu, krizi doğuran da budur zaten. ve sefaletin başlangıç noktasını.
tam burada, bu noktada uzamazsanız oradan, o noktadan; nokta yerine koyduğunuz virgülün mesafesi kadar en azından kendi eşitliğinize kaçar.
kendinizi salak hisseder, dikersiniz anıtlarınızı salaklığınıza, salaklıklarınıza.
ama aslında yalnızca salak değil, aynı zamanda keriz hissedersiniz. en hafifinden, virgül kerizi. çünkü, bir sefille bir bütün oluşturma yoluna girmiş; bu nedenle, vermişsinizdir.
sefil ise giderken, yalnızca verdiklerinizi değil, verdiklerini de götürür. bırakın söylediklerini, yazdıklarını bile siler, geçer.
vermeden almak yaradana mahsustur derdi, ulu manitu...
giden, beklentiniz, umudunuzdur aslında. bu durumda, asıl sefil, kendinizsinizdir.
amaan, siktiredin! dolaşıyoruz işte, kıyı köylerinde hayatın.
riko
riko biraderiniz, yıllar önce verdiği sözü (bakınız: arşiv, salak başlıklı yazı, 29 eylül ’01) tuttu ve salaklık anıtını dikti nihayet. salak köşesi gibi, basit bir anıt. üzerine nazar boncukları dizili iplerin bir şişenin üzerine sarılmasından ibaret, süslüyor kütüphaneyi.
bu salaklık hadisesi, kişiden kişiye farklıdır haliyle. bizimkinin değişmez salaklığı, ulu manitu öğretisinin sadık uygulayıcısı olmasından kaynaklanır. bu nedenle, arkadaş kendince herkesle eşittir, herkes de onunla.
bu eşitlik işi iyidir güzeldir de, eşitliği hazmedebilen, bunu eşit eşit yaşayabilenlerle. eşitliği “iki kere iki” önermesiyle anlayan bir kişiyle eşit olunamaz çünkü.
eşitlik ölçülüp biçilemez, ortadan ikiye bölünemez. eşitlik, paylaşılır. bölerek, parçalayarak değil, ortak bütünü oluşturarak ve tabii ki yaşayarak, yaşatarak.
eşitlerden biri, eşitlikten aldığını sandığı gazla bu ortak bütün içinde kendi alanını genişletmeye kalkarsa; bu, sorunun başlangıcıdır.
uzarsa, krize dönüşür. kriz, sözü bitirirse, bu sondur; başlangıcın, eşitliğin, paylaşılan bütünün sonu. sözün bittiği yerden, hemen uzamak lazım gelir.
çünkü, sözün bittiği yer, şiddetin başlangıcıdır. eşitine şiddet uygulamaya kalkan, şirrettir, zorbadır. zorba ise, en hafif tabiriyle, sefildir, söz sefili.
sefaleti sözünde olanlarla eşit olunamaz. çünkü hadlerini unuturlar. sorunu, krizi doğuran da budur zaten. ve sefaletin başlangıç noktasını.
tam burada, bu noktada uzamazsanız oradan, o noktadan; nokta yerine koyduğunuz virgülün mesafesi kadar en azından kendi eşitliğinize kaçar.
kendinizi salak hisseder, dikersiniz anıtlarınızı salaklığınıza, salaklıklarınıza.
ama aslında yalnızca salak değil, aynı zamanda keriz hissedersiniz. en hafifinden, virgül kerizi. çünkü, bir sefille bir bütün oluşturma yoluna girmiş; bu nedenle, vermişsinizdir.
sefil ise giderken, yalnızca verdiklerinizi değil, verdiklerini de götürür. bırakın söylediklerini, yazdıklarını bile siler, geçer.
vermeden almak yaradana mahsustur derdi, ulu manitu...
giden, beklentiniz, umudunuzdur aslında. bu durumda, asıl sefil, kendinizsinizdir.
amaan, siktiredin! dolaşıyoruz işte, kıyı köylerinde hayatın.
riko
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)