30 Ekim 2008 Perşembe

karşı

18 şubat ’06, cihangir

rüzgar'a.


daha büyük fırtınalar
içinde
daha dinginlikle alacaksın yolunu
rüzgarın özgürlüğünde

gerekirse, rüzgara da karşı.

derin fırtınalardan
akılla, erdemle süzülmüş olmanın
dinginliğinde
bulacaksın kendini

fırtınalara karşı.

15 Ekim 2008 Çarşamba

mektuplar’dan alıntılar 1

15 ekim ’08, cihangir

bendeniz pek duymam, biliyorsun. yine de, dikkatliyimdir. sen bana kriterlerini yaz, açayım kulaklarımı. hayat bu; bakarsın, göl maya tutar.

rakı

03 nisan ’06, cihangir

kimse alınmasın, sabahın beşine kadar müşteri bekleyip, neredeyse sattığı tek ürünün hemen tüm türleri soğuk içilirken, bunları sıcak satan esnafa siz ne dersiniz bilemem ama; bendeniz, "sığır" derim.

günlerdir tembellik istikametinde bir sığıra denk geliyorum; oradan kafama takıldı az önce kendime rakı koyarken.

bir ara sokaklarda karşılaştığım sığırları eğitme misyonu yüklenmiştim kendi kendime; pek çok kez kafamın ya da suratımın dağılması ya da kemiklerimin kırılmasıyla sonuçlandığı için, artık yalnızca polis memurlarına bulaşıyorum.

artık onlara karşı koruyabiliyorum çünkü kendimi. nedense, söylediklerim bir yana, tipime rağmen girmeye cesaret edebilen çıkmadı, artık 10 yılı kafadan geçmiştir. avrupa birliği ayaklı, uygulanmayan insan hakları reformlarından çok önceden beridir yani.

sabır testlerinden birinde, evimin yolunda olduğu için hemen her gün geçtiğim konsolosluğun önünde gece-gündüz nöbet tutan polisleri hedef almıştım.

sonunda biri, “beyefendi, amacınızı anladık; bize şiddet uygulatamayacaksınız. sabahın beşi oldu, işimizi engelliyorsunuz. evinize gidin artık, lütfen” deyince, durumu kavrayıp dayak yeme sevdamdan vazgeçmek zorunda kalmıştım.

çünkü, bu uyarıyı dikkate almamam, suç işlemeye başlamam anlamına geliyordu ki, daha önceki vukuatlarımı ister istemez görecek olan hakim, istemese de yasalar karşısında elleri kolları bağlı kodese tıkabilirdi bu masum kardeşinizi.

ama, artık bunu da yapmayacağım, söz veriyorum huzurlarınızda kendime. ortalık çok gergin harbiden, şiddet her koldan patladı memlekette; bunların da sinirleri iyice gerildi. daha da gerilecek gibi görünüyor üstelik.

neyse, konuyu dağıtmayalım. deneyimler gösteriyor ki, sığır eğitiminde başarısızım ve sıcak rakı satan sığırları başka bir misyonere bırakıyorum. özellikle, geç saatlerde tavsiye ederim.

neredeyse, 5 yaşından beri rakı satın alır bu kardeşiniz bakkaldan. ulu manitu, o yaştan itibaren ufaktan bakkala göndermeye başladı biraderinizi. amaç, eğitimdi; sosyal iletişim. rakı da, hemen her daim alışveriş listesinde bulunduğundan, genç yaşta aldı arkadaş şişeyi eline.

bu alışveriş dönüşlerinin belki de ilkinde, ilklerinde meydana gelen elim hadise bir yana, hiç bırakmadı arkadaş şişeyi elinden daha sonra.

o gün bırakmasının nedeni ise, düşmesiydi. ayağı basamaklara takıldı, düştü işte çocuk.

o kadar üzüldü, öyle zırıl zırıl ağlamaya başladı ki, ulu manitu, muhtemelen geri zekalı olduğunu düşündü büyük oğlunun. çünkü, bir yerine bir şey olmadığı halde ağlamayı sürdürüyordu.

bu durumda, başına gelen bu salak kaza nedeniyle cezalandırılacağından korktuğu için ağladığı endişesine kapıldı çocuğun. can havliyle salak çocuğunu teskin etmeye uğraşırken, kendi içi acıdı, çocuğu üzülüyor diye.

sahtekar olduğumu düşünmemiştir umarım?

çocuk ise, üzülüyordu harbiden; çok üzülüyordu rakı şişesinin kırılmasına. ama, korkudan değildi.

o yaşta görebildiği kadarıyla, rakı babasının en sevdiği şeydi ve o yok olmuştu. bunun sebebi de, biraderinizdi, salaklığı. ayağı basamaklara takılmadan önce, babası bir an önce sevdiği şeye kavuşsun diye salak salak koşuyordu çünkü.

yoksul olduklarının pek farkında mıydı o vakitler, onu hatırlayamıyor çocuk. öyleyse, üzüntüsü katlanmıştır. yazık lan, bacak kadar çocuk daha.

o çocuk, bir daha hiç kırmadı rakı şişesini. ve sığırlar çıkmadıysa karşısına, hep soğuk içti içkisini.

riko

daha

04 mayıs 2008, cihangir

merak etmeyin,
daha
çok trajediler üreteceğiz

çok daha
derin
ve yaralayıcı.

yine intihar edeceğiz.

ama, daha
mutlu
ve dolayısıyla,

çok daha
trajik.

12 Ekim 2008 Pazar

delik deşik

kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik

üstelik
sen de kan içindesin

attila ilhan

(ayrılık sevdaya dahil, 3 yıl olmuş usta; toprağın bol olsun).

5 Ekim 2008 Pazar

sefil

23 ağustos ‘05, cihangir

riko biraderiniz, yıllar önce verdiği sözü (bakınız: arşiv, salak başlıklı yazı, 29 eylül ’01) tuttu ve salaklık anıtını dikti nihayet. salak köşesi gibi, basit bir anıt. üzerine nazar boncukları dizili iplerin bir şişenin üzerine sarılmasından ibaret, süslüyor kütüphaneyi.

bu salaklık hadisesi, kişiden kişiye farklıdır haliyle. bizimkinin değişmez salaklığı, ulu manitu öğretisinin sadık uygulayıcısı olmasından kaynaklanır. bu nedenle, arkadaş kendince herkesle eşittir, herkes de onunla.

bu eşitlik işi iyidir güzeldir de, eşitliği hazmedebilen, bunu eşit eşit yaşayabilenlerle. eşitliği “iki kere iki” önermesiyle anlayan bir kişiyle eşit olunamaz çünkü.

eşitlik ölçülüp biçilemez, ortadan ikiye bölünemez. eşitlik, paylaşılır. bölerek, parçalayarak değil, ortak bütünü oluşturarak ve tabii ki yaşayarak, yaşatarak.

eşitlerden biri, eşitlikten aldığını sandığı gazla bu ortak bütün içinde kendi alanını genişletmeye kalkarsa; bu, sorunun başlangıcıdır.

uzarsa, krize dönüşür. kriz, sözü bitirirse, bu sondur; başlangıcın, eşitliğin, paylaşılan bütünün sonu. sözün bittiği yerden, hemen uzamak lazım gelir.

çünkü, sözün bittiği yer, şiddetin başlangıcıdır. eşitine şiddet uygulamaya kalkan, şirrettir, zorbadır. zorba ise, en hafif tabiriyle, sefildir, söz sefili.

sefaleti sözünde olanlarla eşit olunamaz. çünkü hadlerini unuturlar. sorunu, krizi doğuran da budur zaten. ve sefaletin başlangıç noktasını.

tam burada, bu noktada uzamazsanız oradan, o noktadan; nokta yerine koyduğunuz virgülün mesafesi kadar en azından kendi eşitliğinize kaçar.

kendinizi salak hisseder, dikersiniz anıtlarınızı salaklığınıza, salaklıklarınıza.

ama aslında yalnızca salak değil, aynı zamanda keriz hissedersiniz. en hafifinden, virgül kerizi. çünkü, bir sefille bir bütün oluşturma yoluna girmiş; bu nedenle, vermişsinizdir.

sefil ise giderken, yalnızca verdiklerinizi değil, verdiklerini de götürür. bırakın söylediklerini, yazdıklarını bile siler, geçer.

vermeden almak yaradana mahsustur derdi, ulu manitu...

giden, beklentiniz, umudunuzdur aslında. bu durumda, asıl sefil, kendinizsinizdir.

amaan, siktiredin! dolaşıyoruz işte, kıyı köylerinde hayatın.

riko

2 Ekim 2008 Perşembe

portakal

04 eylül ‘08

su gibi,
rüzgar gibi:

sevgi.

mutlaka, akar;

kedidir,
portakal.

sevgili, sevgili.

kırk-1

17 eylül ’08, cihangir

kırk yılda
bir,

41.

1 Ekim 2008 Çarşamba

nereye?

01 ekim ’08, cihangir

bekle dedim godot’ya,
gelmeye gidiyorum.

beckett usta söyledi:
daha iyi yenilmeye.

gözyaşı

8 aralık '98 - beyoğlu

g
ö
z
l
e
r
i
m
d
e
n
y
a
ş
l
a
r
y
e
r
y
ü
z
ü
n
e
s
ı
ç
r
a
r
.

salak

28 eylül '01, ayaspaşa

bugün evde yeni bir çalışma başlattım. kendime salak köşesi hazırlıyorum. çok da basit, sıkı bir salağa yakışırcasına basit. not almak için kullandığım arkası basılı a4 kağıtlara, irili ufaklı "ben bir salağım", "salağın önde gideniyim" türünden vecizeler yazıp, çalışma masamın yüzünü dönük olduğu köşeye asıyorum.

böylece günün uyumak dışında kalan neredeyse tümünü geçirdiğim masadan kafamı kaldırdığım anda, kendi gerçeğimle göz göze geliyorum. çalışmayı, yani salak köşesi'ni zenginleştirmeyi planlıyorum şimdi. mesela bu yazı. bunu da basıp, köşeme asacağım. salak köşeme.

aslında o köşeye başka şeyler de asmak isterim ama, o zaman ne köşe yeter, ne de evin tüm duvarları. bir de, eve gelen giden oluyor tabii ara sıra olsa da. bu durumda biri tüm kadroyu bir arada görse; ne bir arkadaşım, ne de başkası kalır yaşamımda.

ne garip, yaşam ilerledikçe tanıdık yüzler, alınan verilen selamlar sürekli artıyor, kalabalıklaşıyor. ama kafadaki arka ve yaşama kendi boyutuyla bakan gerçek planda, her geçen gün yalnızca ölülerimin gerçekten gülümseyen yüzleri çoğalıyor.

bizler burada çoğaldıkça seyrekleşir, yıvışır, yılışırken, ölülerimiz bizler için endişelenen yüzlerini gülümsemeyle perdeleme çabası içinde, kaygıyla izliyor olan biteni.

her günkü sabahlardan değildi bu sabah. çünkü her günkü ihtiyaçlarımı hallettikten sonra, yapacak iş kalmadı. elimde bir kahveyle ebleh ebleh bakınırken evde hangi kitap, boya ya da müzik ruhumdaki çöküntüyü bir an olsun benden uzaklaştırabilir diye, kendimi not almak için kullandığım kağıtların üzerine durmadan "ben bir salağım" yazarken yakaladım. sonra işi büyüttüm, kalem türlerini kattım. ardından boya kalemleri derken, oldu salak köşesi.

iyi de oldu harbiden, bünyedeki daralmayı azalttı biraz da olsa. çünkü sakin düşünme fırsatı doğdu oyalanırken. ve sonuca da ulaştım:

başıma gelenlere halen şaşıyordum ve bu yüzden ben yalnızca salak değil, salağın önde gideniydim. ve salak olduğumu asla ve asla unutmamam gerekiyordu. bunu unuttuğum anlarda şaşıyordum çünkü olan bitene. halbuki, olan biten normaldi. hala şaşırmak, tescilli salaklıktı.

çünkü salak kardeşim, bu şaşkınlıkların, iyiniyetli ve dürüst apansız yakalanışların ardından, depresyonların geliyordu. ruhundaki yıkıma, çöküntüye hakim olamayıp depresyonlara kaptırdığın kendin, her seferinde daha da yıpranmış olarak dönüyordu gün yüzüne.

bu nedenle, bu bilgiye, bulguya, sonuca sahip biri olarak, artık şaşırmamam lazımdı. şaşırmamam için de salak olduğumu unutmamam. bunu not ettim bir kez daha, filmlerdeki okullarda gördüğüm salaklar gibi.

bir dahaki salaklığımda, gerçek okullarda gördüğüm gibi, gidip tek ayak üzerinde duracağım orada. perdeleri de sonuna kadar açacağım ki, konu-komşu da görsün.

sözüm meclisten içeri, salak köşesi'ni herkese tavsiye ederim içtenlikle. tabii ki, ruhunda salaklık taşıyanlara. saflara. temiz, güzel saflara. saf kalanlara, safta kalanlara.

diğerleri mi? onlar, zaten salak değil. gerekirse bizim yıkım ve çöküntülerimizi ve dahi depresyonlarımızı da kullanarak, makinalarını döndürürler. onların makinaları hiç teklemez, operasyonları aksamaz, programları bozulmaz. usame bin ladin vız gelir onlara. tırıs gider, tırsar, ancak gider.

şimdi aklıma geldi, bir de salak defteri açmaya karar verdim. çok güzel defterlerim vardır benim, çok severim. hepsinin ayrı ayrı isimleri vardır aramızda. çoğu hediyedir salaksevenlerden. salak defterimi de, köşeme katacağım.

aslında, bir de salak anıtı bulsam, süper olacak ya, neyse. hepsi bir güne sığmaz, çalışma uzun. çünkü yaşam uzun. daha tek ayak üzerinde dikileceğim köşemde; kaçınılamaz, kaçılamaz gelecekte. ben bir salağım çünkü. salak.

riko

30 Eylül 2008 Salı

yancı

cihangir, 24 haziran ‘06

annem yine kızacak kendi meseleme onu alet etmiş olduğum için; ama, ne o, ne de bir başkası kızar diye kafama koyduğum şeyi yapmaktan imtina etmedim hayatta. zaten yaptım çoktan, hikayeyi şimdi anlatıyorum yalnızca.

hikaye, 1980’lerin ikinci yarısından, eski galata köprüsü’nden. o yıllarda riko biraderiniz istanbul’a yeni gelmiş, yoksul, taşralı bir üniversite öğrencisi. okul beyazıt’ta, iş cağaloğlu’nda. dolayısıyla, o güzelim köprüyü her daim kullanmakta.

yalnızca ulaşım için değil tabii, içmek için de. şimdi nasıldır bilmiyorum, eski köprü kaldırıldıktan sonra hiç yolum düşmedi bir daha köprüaltına. (anlayana not: ulan hayvan! hani eski köprüye gidip, içecektik?!.)

o vakitler, köprünün ortasında, haliç’e bakan tarafta takılırdık zaman zaman. zaman zaman, çünkü, öğrenciydik, yoksulduk. fıçıların üzerine konan yuvarlak masalara, ahşap taburelere tüner, demlenirdik.

bazen de hayvanlaşırdık, tabii ki. hayvanlaşma zamanlarında ilk bira kafa başına çift ısmarlanırdı. hayvan yalnızsa, başta anlamazdı garson nedenini ya da “herhalde, bir başka hayvan daha gelecek” diye düşünürdü muhtemelen. düşündüğü gibi olursa, gelen hayvan da iki bira birden sipariş ederdi. zaten, bu iki bira işi de aslında gelen hayvanın icadıydı.

garson nedenini anladı mı, anlamadı mı hiç merak etmedik; ama, ikişer bira sipariş etmekteki amaç, hep amacına ulaştı. en yavaş garson bile, ilk bira bittikten hemen sonra verilen diğer siparişi, ikinci bira da bitmeden getirdi hep.

o zamanlar da, şimdikilerden başka pek fazla arkadaşı olmadığı için biraderinizin, çoğu zaman yalnız içerdi halen sürdüğü gibi. ara sıra bir tanışa, uzaktan arkadaşa denk gelinir, sohbet, muhabbet olurdu; ama çoğu zaman yalnız.

bu yalnızlık zamanlarından birinde tanıdım herifi. öğrenci olduğunu söylüyordu, ama ne bir kez okuldan, ne de bir dersten söz ettiğini duydum kısa sohbetlerimizde. pek konuşma, sohbet derdinde değildi zaten; adını bile hiç öğrenmedim.

birkaç zaman sonra anladım ki, tek yaptığı ve yapmak istediği, gözüne kestirdiği birine ya da masaya yancı yazılıp, kendine bira ısmarlatmaktı. öyle, sohbet, muhabbet derdinde falan hiç değildi. ama, zevzek herifin de tekiydi, kendimce.

haliyle, o vakitlerde içki bugünkü kadar pahalı değildi ve alkol ihtiyacı olan birine birkaç bira ısmarlamanın da bir onuru, dayanışması vardı. kim istedi de, içki ısmarlamadık ki?

ama, gel zaman, git zaman; bu adını bile bilmediği kişiyle süregiden onurlu dayanışma; yoksul, taşralı, saf üniversite öğrencisinin bütçesini aşmaya; muhabbet de baymaya başladı. birkaç kez söylemeye, uyarmaya uğraştım, arkadaş oralı bile olmadı; içiyor canı çektiği kadar.

hesabı ister-istemez tek başına ödeyeceğini bildiği için, iki kişinin de biralarını sayar, cepteki paraya bölerken yakaladığında kendini riko biraderiniz, hayvanlaştı ister-istemez, haliyle. hani, her yerine, şeyine dokunun; ama, içki parasına asla!

hele o yoksullukta. iki şişe köpek öldüren, 100 gram nohut (hala öğrenemedi beyaz leblebi demeyi...) alır öyle giderdi öğrenci evine akşamları. anaannenin o yıllarda hala kendi elleriyle yaparak anne üzerinden gönderebildiği tarhanayı içer, şarabını öyle çekerdi çocuk.

bazen ona bile parası yetişmez, ağlamaklı olurdu da; kulakları çınlasın, durumuna acıyan o zamanki kız arkadaşı alırdı ikinci şarabı ailesinden aldığı öğrenci harçlığıyla. bugünlere kolay gelmedi riko biraderiniz. destekle, dayanışmayla, katkıyla.

ama bu hayvanınkinin, bu üç kavramla da uzaktan ya da yakından hiçbir alakası yoktu ve bileti kesilmeliydi. derhal. tek yön!

“annem” dedim, “istanbul’a geliyor. bittim ben.”

güldü, bu, “ne var, gelsin işte.”

“öyle değil ki birader, mahvoldum ben!.. hayatım boyu annemden kaçmaya uğraştım, sonunda buraya kapağı attım. ama bu, önce izmir’den bursa’ya taşındı; şimdi de istanbul’a taşınıyor! okulu bırakıp, askere gideceğim; sonra da gemi adamı olacağım” diye başladım saymaya.

geldi, bu. rahatladım, ikinci birayı sipariş ettim, ağırdan aldım, garsonun da gelmesini bekledim, biraları çiftledim, çifte geçtim. hayvanlaşmaya. sonra anlattım tane tane:

benim annem, bir fahişeydi. piç olmamın nedeni de, buydu. kafa kağıdımda baba ismi yazmadığı için, bütün okul arkadaşlarım bu durumu bilirdi. ve bütün lise hayatım, arkadaşlarımın birbirlerine ben duymuyormuşçasına anlattıkları, annemi nasıl becerdikleri hikayeleriyle doluydu.

çünkü o izmir kerhanesinin namlı bir fahişesiydi. kerhanedekini bilmiyordum, ama arkadaşlarım arasındaki lakabı, sakso’ydu; muamele şahaneydi.

alkolikti, ama ben en büyük hastalığıydım. o da, benim. nefret ediyordum ondan ve istanbul’a gelerek kurtulduğumu sanmıştım.

o ise, önce bursa kerhanesinde, şimdi de, istanbul kerhanesinde iş bulmuştu. kabus geri dönmüştü yani, arkadaşlarımın hikayeleri! çünkü, sakso’nun elinde başlamıştı seks hayatları ve onun istanbul’da olması fırsatını asla kaçırmazlardı.

arkadaşlarımı tanır mıydı, hatırladı mı; bilmedim, bilmiyorum. ama, o günden sonra, beni hiç tanımadı, yancı. birkaç yılda bir halen karşılaşıyoruz istiklal caddesi’nde, hala tanımıyor. riko biraderiniz ise, onu asla unutmuyor; çünkü, hala anıyor.

yancık.

riko

24 Eylül 2008 Çarşamba

gel

ömrümüz kısalıyor,
her geçen gün değil mi?
kısalsın.
bu da, gelişimiz.

güle

25 temmuz '06, cihangir

sevgili reha’ya (mağden).

hüzün, dinmiş bir coşkudur.
andre gide



işte geldik, gidiyoruz harbiden. daha 40’ımızı görmeden ne ölümler gördük, ne dostlar yitirdik. eksiliyoruz işte bizler de. birer birer.

iyi insan, kötü insan ayırt etmiyor ölüm. ama, hep erken hep erken. erkenden gidiyoruz. doymadan, doyamadan. yitip yitip yitiyoruz. bizler gidiyoruz arkadaşlar, bizler yitiyoruz.

gidenlerin yüreklerde ve sohbetlerde boşalan yerlerini, kalan sağlar bizimdir avuntusu doldurmuyor; yitirmenin acısına, avuntu sözü hiç yakışmıyor.

çünkü, giden dostun ardından dökülen birkaç damla gözyaşı değil, bu acı.

bu acıda, hüzün var, derin. çok derin. kırgınlık kadar derin. ve isyan var bu acıda, yitirmenin isyanı değil.

bu isyan, yitirdiklerinizin isyanı. geleceğinizin ve maalesef ki, ortak(!) geleceğimizin isyanı.

ortak riyakarlıklarımızla, birer birer söndürdüğümüz yıldızlar, ortak(!) gökyüzümüzü karartıyor maalesef. bu ortaklığa isyanımız, bu riyakar ortaklığa!

yüreklerimizde.

işte bu yüreklerimizde, gökyüzümüzü karartmanızın artık dilegelen isyanı, bu isyanın öfkesi var! bu öfke ki, bu cümlelerin sonuna ünlemeler ekletir, yazının ağırbaşlılığına hiç yakıştıramadığımız!!!

öfkemiz de, sakindir oysa.

bu öfke ki, dost acısından.

bilmezsiniz, bilemezsiniz, yıldız değil, rüzgar olmayı seçmişizdir bizler, hep hür kalabilmek için.

geliyorum diyene gelme, gidiyorum diyene gitme diyemez dünyasının insanlarıyız, çünkü.

yüreklerimizdeki derin isyanı bastırmaktansa, çeker gideriz. güle güle.

riko

23 Eylül 2008 Salı

revan

ellerim, kan-revan içinde kalacak olsa bile, sonuna kadar savaşırdım.
hiç kan akıtmazdım, akan kanları yalardım, yaraları iyileştirmek için.
bir kadeh de kendi kanımdan koyardım önüme, susuzlukta yedek diye.

izah

07 mayıs ’08, cihangir


bir vesileyle, riko yazılarını karıştırıp duruyorum bugünlerde. diyebilirsiniz ki, epi-topu kaç tane ki zaten? doğru. ama, bunlar, buradakiler, sizlerin bildiği, okuduğu yazılar.

aslında, bilinmeyen çok riko yazısı var; hem kafada, hem de çöplükte. bazıları tamamlandığı halde, o gün ya da günlerin halet-i ruhiyyesi nedeniyle yayınlanmamıştı.

en az birkaç yıl geçmiş, bu yazıların çoğunun üzerinden. ruh hali değişmiş, koşullar değişmiş, daha önemlisi riko değişmiş. ama, yazılar değişmemiş.

öyleyse, bu yazıların da yayınlanma vakti gelmiş. aşağıdaki eski yazıların izahı budur.

riko


not: yeni yılınızı kutlarım.

not 2: önümüzdeki bir haftayı saymazsak, tamı tamına 7 yıl geçmiş bu yazılara başlayalı. bu süreçte, kim bilir kaç kez izah etmeye uğraştım, ama, madem ki izah diye başladık; tamamlaya çalışalım.

bu konuda, bundan böyle yeni bir söz söylemek zorunda kalmak da istemiyorum.

buradaki yazılar, amiyane tabiriyle mavra, efendice ifadeyle, sohbet yazılarıdır. bunlardan başkaca bir beklenti yoktu ve yoktur. burada sanat yapmaya ya da birilerine laf anlatmaya çalışmadım hiç.

bunların tamamı, riko’nun kendi sözleri, halleri, kısacası sohbetleridir, mavrasıdır.

bilen bilir, sohbeti sever arkadaş ama, söyleyecek sözü olmadığı zaman da susar. susar ve dinler, dinlenir, beslenir.

iki: yine bu, üslup meselesi.

adı üstünde, üslup. kişiye has, özel. bu nedenle, üslubu beğenmeyen de, sohbete katılmasın lütfen, arkadaşlar.

efendi gibi konuşmayı bilir arkadaş; ama, tercih etmiyorsa, laf aramızda ağzı pek bozuktur da.

epi-topu 28 gün askerlik yaptıydı da, ettiği küfürler, adının yerini alıyordu neredeyse bir kez daha hayatta. iki küfür kelimesi arasına bir normal kelime koyup, öyle anlatıyordu meramını.

bu küfür meselesi böyledir işte; meramın, maksadın, niyetin neyse, ona bakar.

lisedeki bir arkadaşımızın bizim kuşağın ötesine taşınacağına kesinlikle inandığım, oğlan çocukları arasında oynanan dayanılmaz bir küfür yarışını tamamıyla sona erdiren unutulmaz ifadesiyle, insanın anasının adetine peksimet banarlar.

daha önce bahsetmiştim; üçüncü kez kullandığım bir “akıllı ol” cümlesi nedeniyle suratımın muşambaya dönmesini, dibi parçalanmış şişeyle yüzüm arasına giren garsonun kolu son anda önlediydi. anısı, boynumda, küçük bir faça, hala.

çünkü, o kişi için o sözler çok ağır bir küfür ve açık bir tehditti.

o yüzden küfüre değil, maksada, amaca bakalım sevgili arkadaşlar. söylenenin bütünündeki söze, tarife, arif olalım; yoksa arifin durumu belli.

22 Eylül 2008 Pazartesi

alıntı...

hep aşk üzre olmalısın a caanım

ki ölüm de sevişirken kıyamaz.


aziz nesin

duv

29 ocak '06, cihangir


başlıktaki anlamsız kelime, neredeyse 10 yıl oturduğum eski evimin boşta kalan büyükçe bir duvarında yazılıydı. her bir harf en az birkaç metre boyundaydı. v’nin son ucu ise, yan duvardan tavana, oradan da karşı duvara geçiyordu.

aslında niyetim, karşı duvar boydan boya pencereden oluştuğu için, v’yi perdelerin üzerinden yere indirmek ve tabandan tavana, evin bütün duvarlarını dolaştırmaktı; ama, kısa sürede aklım başıma geldi, neyse ki.

proje, yarım kaldı, duv’dan ibaret. amacım, duvar yazmaktı, duvara. pek anlaşılır gibi değil biliyorum, ama; duvara, meydan okuyordum kendimce. o duvarın sembolünde, duvarlarıma.

karşısında; çoğu zaman buhranlı, kimi zaman eğlenceli çok vakitler geçirdim ve geçirdik.

eminönü’ndeki tahtacılar'dan alınma, her biri en az birkaç metrekare büyüklüğünde kesekağıdı renkli kağıtlar boyandı duvar boyalarıyla birkaç yıl boyunca, o duvarda.

bazen eve gelen arkadaşlar da heves eder, el atardı kağıtlara. birkaç kişinin birlikte boyadığı kağıtlar da oldu.

o buhranlı yıllarda, üzerinde yarımtırak duvar yazılı duvarın karşısında iyileştirdim bir şekilde kendimi, yaralarıma tuz basarak da olsa, zaman zaman. ölçtüm, biçtim kendimce; yeni mesafeler geliştirdim duvarlarımla aramda.

o duvarlar ki, öylesine aşılmaz görünen, öylesine çaresiz, tarifsiz acılarla, buhranlarla, komplekslerle doluydu; hele o yıllarda. biri, hayatta tattıklarımın en büyüğü, hala yüreğimde. kim unutabilir ki, annesini yitirmenin acısını.

o duv yıllarından öğrendiklerimden biri ve belki de en önemlisi, insanın kendi duvarlarını kendinin de örebildiğiydi. bu, sorunla aranıza koyduğunuz mesafeyle ilgiliydi.

kimi sorunları, araya koyduğunuz mesafeyi hesapsız ve belki de yüreksizce oluşturarak birer duvar haline dönüştürmek; ardından da, bırakın altında bir fare gibi dolaşmayı, ezilmek bile mümkündü duvarın, duvarların.

yalnızca sorunları değil, insanları da birer duvara dönüştürmek mümkündü üstelik aradaki mesafeyi doğru düzgün belirleyip, hesaplayamazsanız. hele, o mesafe gurur denen kepazeliği de içeriyorsa, vay halinize.

çünkü, gurur en ağır, en geçit vermez duvarıdır önce insanın, sonra insanların.

yaşamımızda böylesine duvarların pek olmadığı yıllarda, ana-baba ocağında, gurur; yasaktı ve ayıptı hatta. böyle buyururdu ulu manitu.

gururun, benlik anlamını kafadan yok sayar, mağruriyet tarafına bakardı. gurur duymak ya da gururlanmak; böbürlenmek, büyüklenmek, kurumlanmak demekti çünkü. bunlar ki, en anlamsız mesafelerdi.

kıçın ne kadar kalktığından tutun, bu kepazeliğin ne kadar sürdüğüne kadar değişirse de bu mesafeler; vesilesi sona erdiğinde ya da boş olduğu anlaşıldığında tükenir, durur.

ya da gururlu kişi, kepazeliğini sürdürmeyi seçecektir ki, üzgünüm. padişahlara bile yar olmamış, nihayetinde.

gurur yerine ise, insanın en değerli varlığını öğretti ulu manitu: “onur; insanın iç saygısıdır çünkü, kendine olan saygısı. haysiyeti, izzetinefsi; iç değeri, omurgasıdır” dedi.

onurdur, bir insanın kumbarası. onur kumbarası, böbürlenmek, şişinmek, hava basmakla, gururla değil; erdemle dolar. erdem, mütevazıdır, beride durur, yerinde.

onursa pusulamız, kumbaramız; ödül yüklü gibi görünen gurur kapanlarından kurtulur hayatın, en dolambaçlı labirentlerinde bile yolunu buluruz erdemin. gerçek benliğin.

riko