30 Eylül 2008 Salı

yancı

cihangir, 24 haziran ‘06

annem yine kızacak kendi meseleme onu alet etmiş olduğum için; ama, ne o, ne de bir başkası kızar diye kafama koyduğum şeyi yapmaktan imtina etmedim hayatta. zaten yaptım çoktan, hikayeyi şimdi anlatıyorum yalnızca.

hikaye, 1980’lerin ikinci yarısından, eski galata köprüsü’nden. o yıllarda riko biraderiniz istanbul’a yeni gelmiş, yoksul, taşralı bir üniversite öğrencisi. okul beyazıt’ta, iş cağaloğlu’nda. dolayısıyla, o güzelim köprüyü her daim kullanmakta.

yalnızca ulaşım için değil tabii, içmek için de. şimdi nasıldır bilmiyorum, eski köprü kaldırıldıktan sonra hiç yolum düşmedi bir daha köprüaltına. (anlayana not: ulan hayvan! hani eski köprüye gidip, içecektik?!.)

o vakitler, köprünün ortasında, haliç’e bakan tarafta takılırdık zaman zaman. zaman zaman, çünkü, öğrenciydik, yoksulduk. fıçıların üzerine konan yuvarlak masalara, ahşap taburelere tüner, demlenirdik.

bazen de hayvanlaşırdık, tabii ki. hayvanlaşma zamanlarında ilk bira kafa başına çift ısmarlanırdı. hayvan yalnızsa, başta anlamazdı garson nedenini ya da “herhalde, bir başka hayvan daha gelecek” diye düşünürdü muhtemelen. düşündüğü gibi olursa, gelen hayvan da iki bira birden sipariş ederdi. zaten, bu iki bira işi de aslında gelen hayvanın icadıydı.

garson nedenini anladı mı, anlamadı mı hiç merak etmedik; ama, ikişer bira sipariş etmekteki amaç, hep amacına ulaştı. en yavaş garson bile, ilk bira bittikten hemen sonra verilen diğer siparişi, ikinci bira da bitmeden getirdi hep.

o zamanlar da, şimdikilerden başka pek fazla arkadaşı olmadığı için biraderinizin, çoğu zaman yalnız içerdi halen sürdüğü gibi. ara sıra bir tanışa, uzaktan arkadaşa denk gelinir, sohbet, muhabbet olurdu; ama çoğu zaman yalnız.

bu yalnızlık zamanlarından birinde tanıdım herifi. öğrenci olduğunu söylüyordu, ama ne bir kez okuldan, ne de bir dersten söz ettiğini duydum kısa sohbetlerimizde. pek konuşma, sohbet derdinde değildi zaten; adını bile hiç öğrenmedim.

birkaç zaman sonra anladım ki, tek yaptığı ve yapmak istediği, gözüne kestirdiği birine ya da masaya yancı yazılıp, kendine bira ısmarlatmaktı. öyle, sohbet, muhabbet derdinde falan hiç değildi. ama, zevzek herifin de tekiydi, kendimce.

haliyle, o vakitlerde içki bugünkü kadar pahalı değildi ve alkol ihtiyacı olan birine birkaç bira ısmarlamanın da bir onuru, dayanışması vardı. kim istedi de, içki ısmarlamadık ki?

ama, gel zaman, git zaman; bu adını bile bilmediği kişiyle süregiden onurlu dayanışma; yoksul, taşralı, saf üniversite öğrencisinin bütçesini aşmaya; muhabbet de baymaya başladı. birkaç kez söylemeye, uyarmaya uğraştım, arkadaş oralı bile olmadı; içiyor canı çektiği kadar.

hesabı ister-istemez tek başına ödeyeceğini bildiği için, iki kişinin de biralarını sayar, cepteki paraya bölerken yakaladığında kendini riko biraderiniz, hayvanlaştı ister-istemez, haliyle. hani, her yerine, şeyine dokunun; ama, içki parasına asla!

hele o yoksullukta. iki şişe köpek öldüren, 100 gram nohut (hala öğrenemedi beyaz leblebi demeyi...) alır öyle giderdi öğrenci evine akşamları. anaannenin o yıllarda hala kendi elleriyle yaparak anne üzerinden gönderebildiği tarhanayı içer, şarabını öyle çekerdi çocuk.

bazen ona bile parası yetişmez, ağlamaklı olurdu da; kulakları çınlasın, durumuna acıyan o zamanki kız arkadaşı alırdı ikinci şarabı ailesinden aldığı öğrenci harçlığıyla. bugünlere kolay gelmedi riko biraderiniz. destekle, dayanışmayla, katkıyla.

ama bu hayvanınkinin, bu üç kavramla da uzaktan ya da yakından hiçbir alakası yoktu ve bileti kesilmeliydi. derhal. tek yön!

“annem” dedim, “istanbul’a geliyor. bittim ben.”

güldü, bu, “ne var, gelsin işte.”

“öyle değil ki birader, mahvoldum ben!.. hayatım boyu annemden kaçmaya uğraştım, sonunda buraya kapağı attım. ama bu, önce izmir’den bursa’ya taşındı; şimdi de istanbul’a taşınıyor! okulu bırakıp, askere gideceğim; sonra da gemi adamı olacağım” diye başladım saymaya.

geldi, bu. rahatladım, ikinci birayı sipariş ettim, ağırdan aldım, garsonun da gelmesini bekledim, biraları çiftledim, çifte geçtim. hayvanlaşmaya. sonra anlattım tane tane:

benim annem, bir fahişeydi. piç olmamın nedeni de, buydu. kafa kağıdımda baba ismi yazmadığı için, bütün okul arkadaşlarım bu durumu bilirdi. ve bütün lise hayatım, arkadaşlarımın birbirlerine ben duymuyormuşçasına anlattıkları, annemi nasıl becerdikleri hikayeleriyle doluydu.

çünkü o izmir kerhanesinin namlı bir fahişesiydi. kerhanedekini bilmiyordum, ama arkadaşlarım arasındaki lakabı, sakso’ydu; muamele şahaneydi.

alkolikti, ama ben en büyük hastalığıydım. o da, benim. nefret ediyordum ondan ve istanbul’a gelerek kurtulduğumu sanmıştım.

o ise, önce bursa kerhanesinde, şimdi de, istanbul kerhanesinde iş bulmuştu. kabus geri dönmüştü yani, arkadaşlarımın hikayeleri! çünkü, sakso’nun elinde başlamıştı seks hayatları ve onun istanbul’da olması fırsatını asla kaçırmazlardı.

arkadaşlarımı tanır mıydı, hatırladı mı; bilmedim, bilmiyorum. ama, o günden sonra, beni hiç tanımadı, yancı. birkaç yılda bir halen karşılaşıyoruz istiklal caddesi’nde, hala tanımıyor. riko biraderiniz ise, onu asla unutmuyor; çünkü, hala anıyor.

yancık.

riko

Hiç yorum yok: